Kim bilmez ki Orhan Ayhan’ı… Bizler onu önce futbol maçlarını
anlatımıyla tanıdık, sonrasında boks ve biraz da kick-boks maçları…
Bir mesleğe adanan bir ömür neredeyse…
Hocam bize kendinizi ve ailenizi anlatır mısınız?
1938 yılında İstanbul Kartal’da dünyaya geldim. Kökenimiz Ege Bölgesi’nde
Tire’dir. Bir kız, iki erkek üç kardeşiz. Ben evin en büyüğüydüm.
Babam müteahhit, annem ev hanımıydı. Babam Trabzonspor’dan önce 4.
büyük kulüp olan Vefa’nın başkanıydı. Vefa Spor Kulübü 1908 yılında kurulmuş,
Türkiye liglerinde muazzam mücadele vermiş, Millî Takım’a en
az 2 oyuncu vermiş ve hep başa güreşmiş. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray
ve Vefa… Vefa kan kaybetmeye başladığı sıralarda babamın başkanlığı
döneminde bir kez ikinci kümede şampiyon oldu, sonrasında Trabzonspor
devreye girdi ve 4. büyük Trabzonspor oldu…Trabzonspor haberleri medyada yer almaya başlamıştı artık. Vefa güç kaybetti. Çünkü
Vefa Spor Kulübünün kurucusu Saim Turgut Aktansel’den sonra lise, kulübe
sahip çıkmadı. Şimdi amatör kümelerde mücadele veriyor.
Nasıl bir çocukluk yaşadınız?
Ben çocukluk yaşamadım! 19 yaşında gazeteciliğe başladım. Liseyi
bitirdikten sonra üniversite derken Beşiktaş’ta konservatuara gidecektim.
Bunun için müracaattan sonra evrakları verdiler bana. Yüksek Denizcilik
Okulunun önünden geçerken öğrenciler beni durdurup “Müdür Bey sizi istiyor.”
dediler ve beni üst katta bir yere çıkardılar. Her tarafa hâkim bir
odaydı. Ben de hep takım elbise ve şık gezerdim. Hattâ bazen günde iki
kez kıyafet değiştirirdim. Karşımda 1948 Londra Olimpiyatlarında atletizmde
3 adım atlamada bronz madalya alan aynı zamanda Türk atletizm
tarihinin ilk bronz madalyasını kazanan dinamik bir adam Ruhi Sarıalp…
Beni karşısında görünce, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. Ben de “Konservatuara
müracaat ettim.” cevabını verince, “Oraya gitmek yok, ben seni
güverte subayı yaptım! Pazartesi buraya geliyorsun, girişini yapacağız.”
dedi. “Peki efendim.” deyip ayrıldım.
Florya’da yazlık maçımız vardı. Eskiden bütün millî futbolcular gelir
her hafta bir semte gider top oynarlardı, bugünkü gibi yasak değildi. Biz
küçük olduğumuz için B Takımı oyuncusuyduk. İçimizden bazılarını ben
de dâhil olmak üzere A Takım’da da oynatırlardı. Orada bir arkadaşım
vardı, spor yazarlığı yapar aynı zamanda fotoğraf çekerdi. Bana, “Sana iş
buldum! Pazartesi günü gazeteciliğe başlıyorsun.” dedi. Son Posta Gazetesi,
Demokrat Parti Milletvekili Selim Ragıp Emeç’in gazetesiydi. Aynı
zamanda rahmetli Çetin Emeç’in de babası. 24 Temmuz 1957 yılında o gazeteye
giderek spor yazarlığına başladım.
Spor yazarlığı daha farklı mıydı? Nasıl oldu bu?
İstanbul Erkek Lisesi Voleybol Takımı kaptanıydım. Yazlık şenlikleAvni
rinde futbol oynuyordum. O esnada ayağım
kırılmıştı ve ben artık hancı olmuştum. Yoksa
sıradan bir futbolcu olup gidecektim. Lefter
gibi oyuncular benim yazılarını yazdığım futbolcular
oldu. Türk futbol tarihinin en eski
olaylarının bilgisine sahibim. Dolmabahçe
Stadı 1947 yılında açıldığında ben 9 yaşındaydım.
Babam beni o açılış törenine götürmüştü.
Aradan yıllar geçti ve yeni stat açılışına katıldım,
bütün bunları gördüm ben…
Spor yazarlığında çok başarılı oldum.
Türkiye’de sporu biliyordum, çok hareketli bir
çocuktum ve Türkçem çok iyiydi. Küçüklüğüm
hep dergi, kitap okumakla geçti. Her şeye
hazırdım ve büyük bir patlama yaptım âdeta.
1957 yılında mesleğe başladım. Eylül
ayında bana Beşiktaş-Galatasaray maçı için
gazetede tahmin yazısı yazdırdılar. “Galatasaray
fark atar, beraberlik bile sürpriz!” diye
yazdım. Ertesi gün bu yazı gazetede çıktı. Maç sonucu Beşiktaş 1-Galatasaray
4… 1962 yılında çok iyi bir spor muhabiriyken, “Seni spor spikerliği
sınavına yazdırdık.” dediler. Bir müddet ısrar ettiler, ancak ben reddediyordum.
En sonunda Halit Kıvanç, “Orhancığım ben seni yazdım, ben
BBC’ye kursa gidiyorum, sen imtihana gireceksin.” dedi. Emir demiri
keser misali “Peki!” dedim.
İstanbul Radyosu’nda 56 kişi sınava girdik. Sınavda önce haber okuttular.
Amerika Vietnam haberleri. En iyi ben okumuşum. Arada bazı vurgular
da vardı, o şekilde okudum. Daha sonra maç anlattırdılar bize.
Yaklaşık 1,5 ay sürdü bu. Ve bu maç anlatımlarını bant yaptılar. Hiçbirisi
yüzümüzü tanımıyor. Ben o 1,5 aylık sürede bir numara olmuşum. Henüz
24 yaşındaydım ve birinci olmuştum. Tercüman gazetesinden spor müdürüm
2., spor istihbarat şefim de 3. olmuştu.
O dönemlerde Togay Bayatlı vardı. En önemli hakemler, spor yazarları,
Nezih Demirkent gibi bir isim de vardı. O devrin ne kadar spor adamı
varsa hepsi imtihana girmişti.
Avni Aker’de müthiş bir taraftar vardı. Kadınların maça ilgisi
bir hayli fazlaydı. Hattâ kadınlar en önde otururlardı. Örneğin
hiç unutmam bazı maçlarda en önde biraz kilolu bir kadın oturuyor
ve elindeki şekerleri etrafa atıyordu. Öyle taraftarlar Eskişehir’de
de vardı. Sadece Trabzon değil; Samsun, Ordu,
Giresun da dâhil ilk canlı yayınlarını ben yaptım.
68
Sizi diğerlerinden daha iyi kılan, artı yönünüz neydi?
Mesela eskiden yerli futbolcuları hemen herkes tanırdı ancak yabancıları
tanımazlardı. Örneğin spiker abilerimiz Türk oyuncular için Hasan Ahmet’e
verdi derlerdi. Yabancı olduğu zaman 9, 8’e; 7, 6’ya verdi şeklinde
ifade ederlerdi. Beni birinci ilan ettikleri zaman Amerika’dan gelen bir
program müdürü vardı, 8 lisan biliyordu. Bütün televizyon dünyasını bilen
bu kişi benim için, “Fevkalade bir yetenek!” ifadesini kullanmıştı. “Orta
sahadan alıyor, heyecanla ceza alanına kadar geliyor, bütün oyuncuları tanıyor,
Türkçe hatası yapmıyor.” diyerek şöyle bağlamıştı: “Amerikalı profesyonel
bir spor spikeri gibi, hemen başlayabilir.” Bizde hakikaten Allah
vergisi bir yetenek varmış. Ve hemen profesyonelliğe başladık ve maç anlatımından
32 lira para almaya başladım. Ben ne olduğunu çok zor anladım.
Okulda, özellikle lisede bütün öğretmenler dersleri bana okuturlardı.
Okumam çok güzeldi. Bu arada okulda arkadaşlar bu durumu bildiği için
dersi kaynatmak için bana okumaları uzatmam yönünde de ricada bulunurlardı.
Okul zamanlarının güzel, neşeli zamanlarıydı bunlar. Tabii biz de arkadaşlarımızı
kırmamak adına dersi en az 10-15 dakika kaynatırdık.
Sanıyorum ilk profesyonel talimler orada başlamıştı.
İlk maçınızı ne zaman ve hangi maçta anlattınız?
İlk maçımı 23 Ocak 1963 tarihinde (Bir kış günüydü ve ortalık kardan
görünmüyordu.) Dolmabahçe’de (İnönü-Mithatpaşa Stadı) Galatasaray-
Milan maçını anlatarak başlamıştım. O stat çok daha sonra Beşiktaş’a verildi.
Ali Sami Yen Stadı da 1964 yılında açıldı. Millî Takımımız
Bulgaristan’la özel maç yapıyordu. Benim ilk millî maç anlatımım oluyordu
aynı zamanda. Halit Kıvanç’la birlikte anlatıyorduk o maçı. O maçta büyük
bir olay olmuştu. En üst katta bir sosis büfesi alev aldı. Açılış maçında 58 bin
civarında ayakta seyirci vardı. Yukarıdaki insanlar alevleri görünce korkudan
panikledi ve âdeta üzüm salkımı gibi aşağıya düştü. O açılış maçında tam 84
yaralı vardı. Yaralıları vatandaşlar hastanelere taşımıştı. Maç da 0-0 berabere
bitmişti. Ve 1963 yılının Nisan ayında Naci Serez bana, “Boks maçı anlatabilir
misin?” diye sorduğunda dünden hazır gibi kabul etmiştim. Çünkü Vefa’nın
bünyesinde boks şubesini kurmuştum. Çok sevdiğim bir spor dalıydı.
En az 4-5 branşı iyi bilen spor spikerleriydik. TRT’de de öyledir. Böylelikle
boks maçlarını da anlatmaya başladım. Vefa’nın bünyesinde 48 kilo Arif
Doğru Türkiye ve Balkan Şampiyonu idi, olimpik bir sporcudur, onu ben yetiştirmiştim.
Boksta da çok başarılı olmuştuk.
Artık boks maçları da anlatıyordunuz… Bu süreç nasıl başladı?
1964 yılında kurulan TRT kanalları, 1968 yılında canlı yayınlara başlamıştı.
İlk canlı maçında da Amerika’da oynanan Muhammed Ali-Joe Frazier
maçını Mithatpaşa’da stüdyodan anlattım. O maçın anlatımında
Avni Aker Anıları
69
müthiş bir reyting oldu, hattâ Muhammed Ali mağlup olmasına rağmen
inanılmaz bir reyting olmuştu. Sürekli boks maçları anlatmaya başlamıştım.
Daha sonra özel televizyonlardan Show TV 1990’lı yıllarda kurulmuştu.
İlker Yasin, “Abi gel bizimle çalış.” diye rica etti. Çünkü ben devlet memuru
değildim, Tercüman gazetesi spor servisinde istihbarat şefi, reklam ve
halkla ilişkiler müdürlüğü görevlerini yürütüyordum. Artık Show TV’den
boks maçları anlatmaya başlamıştım. Bütün dünya maçlarını yayınlıyorduk.
O zaman Show TV’nin sahibi Erol Aksoy’du. Her hafta Paris’e giderek
bir boks maçı anlatıyordum. O dönemler özel televizyonların
Türkiye’den bu yayınları anlatması yasaktı. Hepsinin yurt dışında temsilciliği
vardı ve uydu üzerinden anlatılıyordu. 1993 yılında TRT’ye genel
müdür olarak atanan Prof. Dr. Tayfun Akgüner, “Ben Orhan Ayhan hastasıyım.”
demiş ve beni yeniden TRT’ye danışman olarak almıştı. O zamandan
beri de sürekli maçlar, programlar derken devam ettik. 1994 yılında “Orhan
Ayhan’la Yorum” programına başladık. O bazen çıkartır, bazen alınır.
Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı’mız da o programı çok sever. Dolayısıyla
uzun ömürlü bir programdır ve sayısı bini geçmiştir. 27 Temmuz
1994 yılında başladı ve şu anda da her hafta perşembe
günleri saat 13.30’da yayınlanıyor.
Spikerlikte geçen 56 yıl bir ömür neredeyse…
“Mikrofonlarımız Trabzon’da, Avni Aker’de” sesiniz
hâlâ kulaklarda… Trabzon’a ve Trabzonspor’da aklınıza ilk ne geliyor? Neler söyleyeceksiniz?
Trabzonspor’un maçlarını anlatan ilk kişi
olarak Trabzon deyince aklıma önce Faroz
çocukları geliyor. O yenilmez armada, olağanüstü
6 kez üst üste şampiyon olan takım
bir mahallenin takımı. Bir semtten 11 kişi
çıksın ve olağanüstü başarılara imza
atsın. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray’ı
devirsin, 6 yıl üst üste yapmadığını
bırakmasın… Şenol, Cemil, Hüseyin, Ali
Kemal, Kadir… Orada kim ter dökmüşse
hepsiyle son derece yakın ilişkilerimiz
vardı, hepsiyle canciğer kardeşliklerimiz
vardı. Geçtiğimiz yıl İstanbul Beylikdüzü
Belediyesinin bir organizasyonunda “Avni
Aker Belgeseli”nin galasında bir sunum
yaptım. Hepsi sırayla gözümüzün önünden yeniden
geçti. Olağanüstü bir takımdı…
O takım size heyecan veriyor muydu?
Avni Aker Anıları
70
Vermez olur mu? Ben Vefalıyım, az ezmediler bizi! Hele Fenerbahçe…
Hep hakem oyunlarıyla Vefa’yı devamlı ezdiler. Dolayısıyla ben o
zaman gayet tabii Trabzonsporlu oldum. Çünkü üç büyüklere karşı benim
hıncımı alıyordu. Bomba gibi bir takım… Trabzonspor şimdi çok zor bir
devirde… O zaman Trabzonspor kendi mayasıyla ekmeğini pişirirdi, şimdi
o da GDO’lu oldu. Bu sadece Trabzonspor için değil, Türk futbolunun
diğer takımları için de geçerli. Son yıllarda altyapıdan çıkan iki yıldız
adayı Yusuf ile Abdülkadir yine Trabzon’dan çıktı, başka yerden çıkmıyor.
Bu yüzden sabırlı olmak lazım. Altınordu’yu örnek almak gerekiyor.
Çünkü onlar kendi pişirdiklerini yiyorlar. Bunu taraftara da anlatmak ve
destek istemek gerekiyor. Karadeniz’deki sporcuların bir avantajı var. Biz
ülke olarak buğdayla beslenen bir ülkeyiz. Karadeniz proteini bedava yiyor
neredeyse! Gıdası, tereyağı, eti, balığı, mısır ekmeği sağlam. Protein yüklemesi
zaten hazır. Bir de yaradılıştan hırs var, azim var.
Trabzonspor’un Avni Aker’de çok maçını anlattınız, o dönemi anlatır
mısınız?
Avni Aker’de müthiş bir taraftar topluluğu vardı. Kadınların maça ilgisi
bir hayli fazlaydı. Hattâ kadınlar en önde otururlardı. Hiç unutmam,
bazı maçlarda en önde biraz kilolu bir kadın oturuyor ve elindeki şekerleri
etrafa atıyordu. Öyle taraftarlar Eskişehir’de de vardı. Sadece Trabzon
değil; Samsun, Ordu, Giresun da dâhil ilk canlı yayınlarını ben yaptım.
Bunlar unutulacak gibi değil, öyle anılar, gençlik anıları. Yaşımız henüz
24, 25, 26… Trabzonspor’da Ahmet Suat Özyazıcı, Özkan Sümer unutmadığımız
dostlarımız. Eskiden her hafta ikişer maç oynanırdı. Ben de bunu
bir Karadeniz turuna çevirirdim. Trabzon’dan başlar Samsun’da bitirirdim.
O kadar enteresan ki Karadeniz’de gittiğim her yerde bir aile gibi olurduk.
Trabzon’da sadece Trabzonspor değil, bir de Cemal Kamacı vardı.
Trabzon’da on çocuklu bir ailenin oğlu. Boks sporunu Ankara ve İstanbul’da sürdürdü. Ve ben onun profesyonelliğinden itibaren elinden tuttuğum
için de bana her zaman “Orhan abi” der. Sabahları Kabataş’ta beni
evden alır, Kilyos, Belgrat Ormanları’nda birlikte koşarız. Bütün maçlarını
ben anlattım. Ali Sami Yen’de 1972 yılında şampiyonluk maçını radyoda
anlattım. Akşam karanlıkta 41 bin seyirci vardı. Tercüman gazetesi olarak
Karadeniz turuna gittik. Uçak Trabzon Havalimanı’na indiğinde neredeyse
uçağın altına kadar kalabalık insan topluluğu vardı. Bize orada, “Siyasiler
bile bu kadar kalabalık tarafından karşılanmıyor.” dediler. Giresun, Ordu,
Samsun derken inanılmaz bir karşılama, kalabalık vardı. Ve maç da yok,
sadece bir karşılama. Sadece Cemal Kamacı, rahmetli İslam Çupi ve ben
tribünlerin önünden koşuyoruz. Bunları unutamam…
Hocam, teknoloji çağındayız ve baş döndürücü bir hızla neredeyse her
yeni gün yeni teknolojik ürünler çıkıyor. Peki, radyo mu televizyon
mu?
Radyo göz ağrısı, televizyon bir şey değil. Radyo bir olaydır, radyo bir
sanattır, radyo bir edebiyat ve kültür dersidir. Radyo bir üniversite dersidir,
tabii yapabilirseniz. Televizyon ise Ahmet, Hasan, Mehmet… Herkes zaten
görüyor. Herkes o maçları anlatan bizler kadar biliyor. Hattâ hastalığı bizden
fazla biliyor. Mesela kim? 9-10 yaşındaki çocuklar bizden fazla biliyorlar.
Şimdi öyle bir global dünya ki… Ancak radyoda kültür lazım,
radyoda edebiyat lazım, radyoda genel kültür lazım, her şey lazım. Ben
bunları veriyordum. Ben radyoda anlattığım boks maçlarıyla akıldayım.
Radyoda anlattığım maçlarla herkesin beyninin içindeydim. Ben hiçbir
zaman sadece maç anlatmadım. Anlattığım maçların arasına devamlı bilgiler
aktardım, anekdotlar, tarih bilgileri, şu şöyle olmuş, bu böyle… Dinleyiciyi
uyandırdım. Dinleyici 1,5-2 dakika sonra dağılır. Ama değişik şeylere
girersen tutarsın. Mesela 1999 yılında Galatasaray, Athletich Bilbao ile oynuyor.
Durum 1-1… Galatasaray kazanırsa Avrupa Şampiyonası’nda tur atlayacak.
Son 20 saniye. Hagi topa bir uzandı kaptı, önümden başladı E-5
tarafındaki kaleye doğru kaymaya, ben de nefes nefese anlatıyorum. Kaydı
kaydı, köşeden topu 90’a bir takmaz mı? Türkiye’de yer yerinden oynadı.
Ben de bütün heyecanımı verdikten ve bomba gibi anlatıp Galatasaray’ın
tur atladığını ekledikten sonra, “Şimdi size önemli bir uyarım var: Ne olur
benim dediğimi yapın ve ayaklarınızı gazdan çekin! Çünkü biliyorum ki bir
büyük tatilin son günü. Türkiye’nin her yerinden evlerinize dönüyorsunuz.
Aman ayaklarınızı gazdan çekin!” dedim. İşte böyle tarihe geçersiniz…
Sonra golü yeniden anlatmaya başladım.
En çok duygulandığınız ya da unutamadığınız maç elbette çok
fazladır… Bunlardan aklınızda kalan var mı?
O kadar çok maç anlattım ki… Şu daha iyi ya da şu var diyemem. 10
binden fazla maç anlattım. Futbol, boks, kick-boks… Mesela Hagi’nin bu
golünden çok etkilenmişim ki onu anlatıyorum.
Boks denince akla Muhammed Ali geliyor ve siz kendisiyle tanışma
şansına sahip oldunuz. Bu nasıl oldu?
Muhammed Ali, 2016 yılında hayata gözlerini yumduğunda o kadar
çok duyguyu aynı anda yaşadım ki anlatılamaz belki… Sayın Cumhurbaşkanı’mız
bir telefonla beni Ankara’ya çağırdı, uçağa atladığım gibi cenazeye
gittik. Cenazenin başındayım, öyle enteresan duygular içindeyim ki
gözümden yaş gelmiyor, içime akıyor. 46 yıl öncesi, 8 Mart 1971 yılı… 46
yıl önce maçını anlatmışım… Şimdi cenazesinin önündeyim… Benim kahramanım…
Adam Lewis Well’de antrenmanlarını yapmış, orada başlamış.
İlk 10 maçını orada üst üste kazanmış. Ben de bunların büyük bir bölümünü
anlatmışım ve adamın cenazesindeyim.
1976 yılında Frankfurt’ta onu odasında maçtan önce ziyaret ettim.
Aradan üç ay geçtikten sonra İstanbul’a geldi. Sheraton Otel’deki odasına
beni asansörle çıkardılar. Nasıl girdim odasına? O günkü organizasyonu
yapan kişi bana hayrandı. Ona, “Ne ringin yanına gidebiliyorum ne başka
bir şey yapabiliyorum, nasıl gazetecilik yapacağım.” diye sitem ettim. “Ben
sana bir kokart takayım, Muhammed Ali’nin soyunma odasına gir.” dedi.
“Nasıl?” diye sordum. “Evet, ben patronum.” dedi. Meğer maçı o organize
etmiş. Kokartı taktı bana ve ben doğru Muhammed Ali’nin odasına. Şaşırdı
kaldı tabii… “Haklısın ama kızma bana… Boksta çok büyük iş yaptın. Türkiye’nin
yarısı erkek, yarısı kadındır. Kadınlar bokstan nefret eder. Sen bu
işi kadınların lehine çevirdin, kadınları da boks hastası yaptın. Senin bütün
maçlarından önce hepsi sabah saat 4’lerde kalkıp kahvaltı hazırlıyor, çoluk
çocuklarıyla sana dua ediyorlar.” dedim. Ve eminim ki rahmetli Necmettin
Erbakan onu Türkiye’ye davet etmişti. Yüzde 90 sanıyorum ki benim de
onunla tanışmamda bunun rolü var.
Sayın Ayhan teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.